AIBERG’İN MÜSLÜMAN OLUŞU

Yukarıda biyografisini verdiğimiz Aiberg, diğer bir kitabında “Nasıl Müslüman olduğunu” şöyle anlatmaktadır:

“Çevresine hep tepeden bakmaya alışmış Batılı bilim adamlarının, günü geldiğinde Müslümanlığı seçmeleri, kendilerinin bile beklemedikleri bir oluşumdur. Bunu en başta yaşayanlardan biriyim. Hem niçin daha önceden Müslüman olmadığıma hayıflanırım; hem de bir zamanlar kıyasıya karşı olduğum İslamiyet’i nasıl böyle bütün benliğimle benimsediğime hala hayret eder, dururum.

Zamanında iyi bir Hıristiyan disiplini görmüş olmama rağmen, bu dinin kendi içinde çeliştiğini, akıl ve bilimle hemen hiç bir ilgisi olmadığını görerek Hıristiyanlık’tan koptum. Böylece, giderek dinsizliğe ve Tanrı’sızlığa itilmiştim. Denize düşen yılana sarılır gibi, materyalizm (maddecilik) ve egzistansiyalizm (varoluşculuk) gibi inançlarla içimdeki boşluğu doldurmaya çalışıyordum. Çeşitli felsefeleri ve doktrinleri inceledim; ancak sonunda hep aynı boşluğu hissediyordum. Bu kez, Dünya dinlerini, özellikle Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya dinlerini incelemeye koyuldum. Dışa kapalı ve çok gizemli olan bu dinlerde de aradığımı tam olarak bulamadım. İslamiyet’i incelemeyi ise hiç düşünmüyordum. Bana göre, Kur’an, yarı barbarların, çöl bedevilerinin ve geri kalmışlığın bir simgesiydi. Demek ki küçüklüğümden beri benliğime bu işlenmişti. Bu yüzden, İslamiyet’i incelemeye hiç mi hiç niyetli değildim. Taa ki Almanya’da uzun bir tren yolculuğu yaptığım güne kadar.

Bu yolculukta, kompartımandaki tek yol arkadaşım, aşağı yukarı bir rahibe gibi kapanmış olan yabancı görünümlü bir kadındı. Belirli sürelerle yaptığı garip tapınma hareketleri ilgimi çektiğinden, bunun ne olduğunu dayanamayıp sordum. Karşımdaki, iyi bir İngilizce ile bunun “seferi namaz” olduğunu söyledi. Uzun yol arkadaşlığımız süresince, bana, aslının ve İngilizce’sinin birlikte yer aldıkları bir Kur’an’ı gösterdi ve ondan söz etti. Kur’an’ı elime aldığımda, yazılanları kolaylıkla anladığımı gördüm ve şaşkınlıkla okudum. Bu mübarek kitap, yol boyunca beni adeta giderek teslim aldı. Önceleri, Müslümanlar’ın Hazreti İsa’ya ve Hazreti Meryem’e kıyasıya düşman olup küfrettiklerini, diğer peygamberleri ve dinlerini red ettiklerini sanıyordum. Oysa, elimdeki Kur’an bunun tam tersini söylüyor ve Hıristiyan olarak da inandığımız gibi, Hazreti İsa’nın yeniden “geri döneceğini” yazıyordu. Daha sonra, biz Hıristiyanlar’ın yanlışlarını yüzümüze vuruyor, kozmoloji ve kozmogoni bilimlerine yönelmiş olan aklıma ve mantığıma tam olarak hitap ediyordu. Kur’an, diğer dinler gibi çelişik, diğer dinler gibi dışa kapalı değildi. Tam tersine, onda, o güne kadar aramakta olduğum netlik, açıklık ve ilahi bir davet vardı. İsminin “Müfide Atalay” olduğunu öğrendiğim bu saygın Türk kadını eğer benimle yolculuk etmese, o mübarek kitabı elime vermeseydi, bugün Müslüman olmam söz konusu olamazdı. Müfide Hanım bir aracıydı; beni ikna eden ise Kur’an’ın ta kendisiydi. Kur’an’ın aynı zamanda bir “bilim kitabı” olduğunu ve doğrudan aklıma hitap ettiğini kavradığım için Müslüman oldum. Bendeki bu büyük değişime neden olan Müfide Hanım, müslime ahlakının canlı bir örneği idi. Onun bilgisine, imanına, vekarına ve tesettürüne hayran olmamak elde değildi. Haçlı zihniyetim onun karşısında pes ederek, yerini, İslam hayranlığına bırakmıştı. Müfide Hanım’ın bendeki ikinci büyük etkisi ise, milliyetimi bulmamda bana yardımcı olmasıdır.

Ben, bir bölümü İsveç’te, bir bölümü Danimarka’da bulunan bir ailenin, Almanya’ya yerleşmiş ve Almanlaşmış bir dalına mensuptum. O güne kadar, milliyetimin ve vatanımın ne olduğuna dair tam bir fikrim yoktu. Adeta, vatansız, kozmopolit biriydim. Baba tarafım, “von Heiberg”, “İsveç-Danimarka” kraliyet soyundan gelmekteydi. Annem “Eva Weisschild” ise halktan bir kızdı. Babamın İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürülmesinden sonra, annem, benim üzerindeki haklarını babamın soylu ailesine para karşılığı satmış ve ayrıca bir başkası ile evlenerek beni hiç mi hiç aramamıştı. Dadılar elinde, ana-baba sevgisinden yoksun olarak, din masalları arasında büyütülmüş biriydim. Aslında, gerçek bir vatana, gerçek bir milliyet ve din inancına ve gerçek bir ana-baba sevgisine susamıştım. İşte, Müfide Hanım, “Oğlum” diyerek bana bütün bunları veren kişidir.

Güney Almanya’dan başlayan ve Danimarka üzerinden İsveç’e kadar olan yolculuğumuz boyunca konuştuğumuz konular, beni din olarak İslamiyet’e ve milliyet olarak da Türklüğe tam olarak bağladı. O günden 1973 yılındaki ölümüne kadar, gerçek ve öz bir ana-oğul gibi olduk. Bu nedenle, tüm eserlerimin sevabını, sayesinde Müslüman ve Türk olduğum, anne bildiğim “Müfide Atalay”a, Allah’ın rahmetine vesile olması için ithaf etmiş bulunuyorum.”